Fırçanın Ucundaki Ruh Hâli
Bazen kelimeler yetmez insana. Ne anlatsam eksik kalır gibi gelir. İçimde biriken duygular, düşünceler, yaşamın üzerimde bıraktığı izler bir noktada dışarı çıkmak ister. İşte tam da o anlarda alırım elime fırçamı, geçerim tuvalin karşısına. Akrilik boyalar, o an yalnızca renk değil; içimin dili olur.
Soyut resim yaparken hiçbir sınırım yok. Ne bir taslak çizerim ne de sonucu hayal ederim. Hangi renkle başlarsam başlayayım, elim nereye giderse gitsin, aslında kendime doğru bir yolculuk başlatmış olurum. Bazen bir morla sakince başlarım, sonra hiç planlamadığım bir kırmızı dalga gibi içimden taşar. Hangi duygudaysam, fırçam onu bilir. Bilinçsizce gibi görünse de aslında her hareketim ruhumun ifadesidir.
Renklerin bende uyandırdığı hisler her defasında değişir. Sarı içimdeki ışığı hatırlatır, yeşil nefes almamı sağlar, mavi derinliktir… Kendimle baş başa kaldığım, düşüncelerimi susturup duygularımı konuşturduğum bir andır o an. Zamansız, sınırsız, yargısız bir özgürlük hâlidir.
Ve sonra… Tablo bittiğinde geri çekilip bakarım. İçimden bir şey taşmış ve artık oradadır, karşımdadır. Gördüğüm şey sadece bir resim değil, bir hâlin dışa vurumu dur. Kendime yazdığım bir mektup gibi… İçsel bir tamamlanma, sanki anlatamadıklarımı anlatmış olmanın hafifliği gelir.
O tabloyla aramda kurduğum bağ tarifsizdir. Belki başkası sadece renk ve şekil görür, ama ben her katmanın altında bir duygu, her fırça darbesinde bir iç geçirme, her renk geçişinde bir sessizlik duyarım.
Soyut resim yapmak bana hep şunu hatırlatır: Ruhumuzun da dile gelmeye, görünmeye, anlaşılmaya ihtiyacı var. Ve bazen kelimelere hiç gerek yok. Bazen sadece bir renk yeter…